DELİORMAN’DA MAYIS 1989 PROTESTO YÜRÜYÜŞLERİ

Bulgaristan Komünist Sistemin Baskısı

20 Mayıs 1989’da Deliormanlılar da “Yeter Artık!” dediler ve protesto yürüyüşlerini başlattılar. Şumnu sancağının Yusufanlar, Şarvı, Davulcular, Saltıklar, Çoban Nasıf, Nasufçular, Emberler yürüyüşe çıktılar. Kent merkezine toplandılar. Arkadan gelenler kent meydanını doldurdular. Kısa ve özlü konuşmalardan sonra iki öğrenci şiir okudu. Meydanda Türkçe konuştuğu için ceza ödemiş, Bulgarca bilmediği için hastaneden kovulmuş ve daha yüzlerce hor görülmüşler bu durum karşısında heyecanlandılar.

Bu kalabalık Emberler’den Rasınlar’a, oradan da Çufallar’a vardı. Yine kısa bir konuşmadan sonra yola çıkıldı ve Bohçalar (Kaolinovo) kentine doğru ilerlediler. Gizli polis de uyumuyordu. Emberler’de daha takibe başlandı. İtfaiye arabaları geldiler, ancak müdahale etmediler. Havada helikopter sürekli tur atıyordu. Aydoğdu’da iken Razgrad plakalı arabalar gördük. Bohçalar’a doğru yön alıyorlardı. Yaşlılardan, çocuklardan, kadınlardan oluşan bu kalabalık kol kola kilitlenmiş birlikte hareket ediyorlar, hep bir ağızdan “Osman Paşa Marşı'nı söylüyorlardı. “Ünü büyük Osman Paşa” dizeleri bereketli, düz tarlalıkları inletiyordu. Kalabalık arada bir meşe ormanlarına dalıp çıkıyorlardı. Deliorman’ı, Güney Dobruca köylerini marşımız zulme karşı koymaya çağırıyordu.

Bir ara polis ve asker yolumuzu kesti. Kent merkezine girmemize izin vermiyorlardı. İsyancılar yolu bıraktılar, tarlalar içinde yürümeyi sürdürdüler. Tekrar yola çıkıldı. Uyarı sesleri duyuldu: “Birbirinizden ayrılmayın!”, “Kadınları, çocukları ortaya alın!” Bir süre daha böylece yürüdük. İlerledik. Bizi bölmek için bir tank kalabalığın arasına daldı. Millet taşlarla tanka saldırdı. Tankın çelik yüzüne çarpan taşlar acayip sesler çıkartıyordu. Sanırsın taş yağmuru yağıyordu.

Kalabalıktan bir grup, polis çemberini yardı. Kent merkezine yürüdüler. Gerisi söküldü. Bohçalar’ın merkezi doldu taştı. Mitingde Bedriye Osmanova adında bir kız tüm Bulgaristan Türklerinin isteklerini açık bir şekilde ortaya koydu. “Adlarımızın iadesini istiyoruz,” dedi. “Türkçe konuşmak yasağı kaldırılsın, baskılar sona erdirilsin,” dedi. Bu isteklerin sıralandığı anlarda özel ekipler yürüyüşe çıkanlardan bazılarını tutuklayıp, yakındaki ormana götürmüşler ve işkence etmişler.

Kuzey Bulgaristan’da yürüyüşler ertesi günlerde de sürdü.

21 Mayısta Mahmuzlu’da yürüyüşlere gidildi. Burada 4 şehit verildi. 22 Mayıs'ta Razgrad şehrinde halk sokaklara çıktı. Çevre köylerden de gelenler oldu. Aralarında ünlü pehlivan Osman Durali de bulunuyordu. Yine 22 Mayısta Akkadınlar’da (Dulovo) protesto yürüyüşüne çıkıldı. Çukurköy’de (Yasenkovo), Bıyıklı’da (Bortsi) ve çevre köylerde Köklüce’ye (Venets. S.K.) kadar uzayıp gitti bu isyanlar. 24 Mayısta Terbiköy (Kapitan Petko) halkı da meydanlara çıktı. Bu köye yakın Şeytancık (Hitrino) köylüleri de acıları sokağa çıkarak dile getirdiler... Şeytancık mitingi çok kalabalıktı.

23-24 Mayıs’ta Razgrad ilinin Ezerçe köyünde millet ayaklandı. İki genç şehit edildi: Sezgin Karaömer ve Ahmet Buruk. Onları tabancasıyla öldüren Razgrad savcısıydı. 27 Mayısta aynı ilin Torlak köyünde binlerce insan meydanlara, yollara döküldüler. Köy tanklarla, polislerle sarıldığı halde yürüdüler: “Biz Türk’üz!” diye slogan attılar. Haklarını geri istediler.

Bu protesto mitingleri 29 Mayısa kadar sürdü. Onlarca insan şehit edildi. Yüzlercesi yaralandı. Binlercesi sürgüne gönderildi veya hapislere tıkıldı. İsyan etmeyen halk isyan etti, çünkü dokunulmaz hakları ellerinden alınmış, hiçbir şeye hakkı olmayan köle durumuna düşmüşlerdi.

Aynı yılın sonunda totaliter rejim çöktü. Rejim değişti. İnsanlar biraz olsun nefes aldılar.

ŞEHİTLERİMİZ GURURUMUZDUR

>23 Mayıs 1989. Ezerçe/Razgrad köyü için bugün bir tarihtir elbet.

Bulgar zulmüne yıllarca dayandılar, sabrettiler ama gün geldi tüm köy halkı meydanlara döküldü. İçlerinde biriken o acıyı haykırdılar: “Yetsin artık bu zulüm!” “Biz Türk’üz! Adlarımızı geri istiyoruz!” “Dilimizi, dinimizi geri istiyoruz!” “Türk okulları yeniden açılsın!...” İçindekini bağıra bağıra kenar sokaklardan köprüye kadar geldiler. Merkeze, meydana giden yol buradan geçiyordu. Köprünün öbür ucunda kendilerini nelerin beklediğini bilmiyorlardı. Sivil polisler, kızıl bereli komandolar, sancak savcısı gelenlere pusu kurmuşlardı. Protesto mitingine katılanların her adımını izliyorlardı. “Durun!” anlamında bir işaret verildi, havaya bir kırmızı roket atıldı. Tabii, topluca gelenler bunun ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Savcı Krasimir Markov gelenleri uzaktan daha kurşun yağmuruna tuttu. Mermi çekirdekleri gelen kalabalığın önüne düşüyordu. Aralarından bir ses yükseldi. Bir dalgalanma oldu: “Bebekli anneler önde yürüyorlar. Kafirler öldürecek onları da…”

Kalabalıktan iki genç hemen öne fırladılar. Bunlardan biri Ahmet Buruk adında bir gençti, diğeri liseden yeni mezun olmuş Sezgin Salih Karaömer’di,.. Onlar da seslerini çıkardılar: “Biz kurşun değil, adlarımızı geri istiyoruz…” Kurşun yağmuru şiddetini daha arttırmıştı. Millet hep birden en bağırdı:

“Neden ateş ediyorsunuz? Suçumuz nedir? Haklarımızı geri verin!...”

Ön saflarda yürüyen çocuklu annelere siper olan iki genç birden kanlar içinde yere yuvarlandılar. İlki Ahmet Buruk, ikinci genç Sezgin Karaömer. Şehirden yeni gelmiş. Okulundan başarıyla mezun olduğunu müjdelemek istiyordu annesine, babasına.

Kırmızı bereliler, yaralananları hastaneye kaldırmak bile istemediler ve engellediler. Köprü başında yaralılar da yardım bekliyorlardı. Polisler bunlara engel oldular. Hastaneye kaldırılmalarını gereksiz buldular.

Bu acı haber 8 km mesafedeki Torlak köyüne de ulaşmıştı. Bir grup genç Ezerçe’ye gelmek şehit kardeşlerine çelenk koymak istemişlerdi.

Dervent bayırında asker yollarını kesmişti.

“Nereye?” “Ezerçe’ye…” “Niçin?...” “Öldürülen kardeşlerimize çelenk koyacağız…” “Gidemezsiniz. Sıkıyönetim var…”

Torlaklılarla baş edemeyeceğini anlayan görevliler telsizle hemen Razgrad’a haber verdiler. Yirmi dakika sonra kamyonlar dolusu silahlı askerler geldiler. Torlaklılar gelenlerle baş edemeyeceklerini bildiklerinden geri döndüler… Çiçekler ellerinde kalmıştı…

İsyan edenler gizli polis tarafından videoya alınmış, “suçlular” tespit edilmiş ve ertesi gün dayaktan geçirilmişlerdi. Aynı zamanda bu “asayişi bozanlara 24 saat süre verilerek birer bavulla sınır dışı edilmişlerdi.

BASKILAR TÜRK MİLLETİNİ UYANDIRDI

Milli Türk azınlıklarına baskılar bir plan çerçevesinde yapılıyordu. Gün oldu okullar kapatıldı, gün oldu din yasaklandı. Dil önce Çingene çorbasına çevrildi, sonra yasaklandı. Camiler kontrol altına alındı. İmamların sayısı sınırlandırıldı. Ardından milli kıyafetler yasaklandı, sünnet yasağı uygulamaya konuldu. Azınlıklar bir demir çembere alındılar.

Önce Çingenelerin ve Pomakların adları Slavlaştırıldı. Türklerin adları da silah zoruyla, ordu gücüyle değiştirildi. Cezaevleri, kamplar doldu taştı. Daha çok Türk gençlerini Türksüz Bulgar köylerine sürgüne gönderdiler. Bunlara hep sabrettik, katlandık. Bir gün isyan ettik.

Halimiz ne olacak diye düşünen gençlerimiz yok değil, vardı da...

Razgrat şehrinde bir grup Türk aydını gizli bir örgüt kurma girişiminde bulundular. Üyeleri Türk köylerine dağıldılar, BMT’ye yazdıkları şikayet mektubuna imza toplamaya başladılar. Tabii, yakalandılar. 17.9.1963’te Razgrat’ta duruşmalar kapalı kapılar ardında yapıldı. Devleti yıkma, karşı propaganda yapma suçundan yargılandılar. Komünist Partisi adına konuşan Ahmet Hüseyinov dedikleri (Parti Merkez Komitesinde görevli) gençleri nankörlükle suçladı. Parti Türk halkının haklarını veriyor, dedi. İsyan edenler için “Türk halkı adına” idam istedi. “Türkçe okumuşsun Bulgarca okumuşsun, Türk veya Bulgar adı verilmiş ne önemi var, ne fark eder ki? Hep insan adı...” diye “adaleti” savunmuştu.

Bulgaristan Türklerine ya muhtariyet, ya da Türkiye Cumhuriyeti’ne göç hakkı tanınmasını isteyen ve örgüt kuran bu mühendis ve öğretmen kardeşlerimiz (Ebazer ve Mehmet Hasan) 5’er yıla mahkum edilmişlerdi.

Bu olay tüm memlekette duyulmuştu. Gurur veriyordu insana ve bizi uyanmaya, direnmeye teşvik ediyordu doğrusu. Komünistler, azınlıklara soykırımı uyguladıklarını herkes anlamıştı sanki. İçten bir direniş başlamıştı. Eski Balabanlar (Vazovo) köyünden bir grup genç galeyana gelmişlerdi. Demir Baba Tekkesinde her yıl 2 Ağustosta Deliorman’dan halk adak kurbanlarını keserler, eğlenirlerdi. Bu gelenekselleşmiş bir buluşma yeriydi. Bu kalabalığı fırsat bilerek yukarıda adı geçen köyden gençler ulu bir ağaca ay yıldızlı Türk Bayrağı çekmişler, halkı heyecana getirmişlerdi. Halk bu olaya hem sevinmiş, hem de için için üzülmüştü. Yakalanırlarsa bu gençleri ne beklediğini herkes pek iyi biliyordu. Bu olay şu mesajı veriyordu: “Biz varız, Türk’üz, uyumuyoruz, Türkiye’ye bağlıyız”...

Demir Baba Türbesinin eski hali (Sboryanovo). Macar bilim adamı Kanits’e göre, tekke 1490 yılında yapılmıştır. Aylar süren bir araştırma, soruşturmadan sonra bu fedailer yakalandılar. Yargılandılar 20’şer yıla mahkum edildiler. Korkmayan bu gençler halkın gözünde bir nevi kahraman oldular. Herkesçe sevildiler, alkışlandılar.

Tabii, Bulgar hükumeti birçok “önlem” almıştı. Bunlardan biri de bundan böyle Türklerin Tekkeye gelmeleri, kurban kesmeleri yasaklanmıştı. Bu yasak 1963’ten 1990’a kadar sürmüştü. Yollara polisler dikilmişti. Tekkede kuş bile uçurtmuyorlardı.

Tekke ziyaretlerinin yasak kapsamına alınması, Türk halkını çok huzursuz etmişti. Yasaklardan çıkacak yol yoktu. Doğduğumuz topraklarda köle gibi yaşamanın acısını çekiyorduk. Sofya Elçiliğine, Burgaz ve Filibe Konsolosluklarına Bulgaristan’ın her köşesinden binlerce dilekçe sunuldu. Neydi dilekçelerin özü? “Türkiye, bizi bu cehennemden kurtar!” demekti.

Tabii, bu dilekçelerden sonuç alınamadı. Komünist rejim, sosyalizm için göç olayı kötü propaganda olur, korkusuyla buna izin vermedi. Aynı zamanda Bulgarlara toprağı işleyecek, inşaatlarda çalışacak ucuz işçi de lazımdı.

Birol ATALAY
Sitemizde sizlere daha iyi hizmet sunulabilmesi için çerezler kullanılmaktadır. Hizmetlerimizi kullanarak çerez kullanımına izin vermiş olmaktasınız.